4 Şubat 2015 Çarşamba


FATİH SULTAN MEHMET NEDEN İSTANBUL’U FETHETTİ?



           Tüm dünyanın arzuladığı şehir İstanbul’u fetheden, 2 imparatorluk, 4 krallık ve 11 prenslik yıkan, Ortaçağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açan ve tüm dünyanın önünde diz çöktüğü Fatih Sultan Mehmet’i,  İstanbul’u fethetmeye iten sebep neydi? Hangi koşullar ve kimler onu güdülemiştir? Bu kadar yetenekli bir şehzade iken neden babası onu bir türlü sevmemiştir? İlk defa tahta çıktığında yaşadığı hüsran onu nasıl etkilemiştir? Hatta daha da derinlere inersek, başarısızlıklar gerçekten de başarıya giden yolun mihenk taşları mıdır?


     II. Murat’ın üçüncü oğlu olarak 30 Mart 1432’de dünyaya gelmiştir II. Mehmet. Ünlü tarihçi Franz Babinger ’e göre annesi gayrimüslim ve köledir. Babasının en sevdiği oğlu ve gözde şehzade Alaeddin Ali‘nin annesi ise Türkmen beyinin kızıdır. Acaba II. Murat‘ın oğlundan uzaklaşmasının sebebi bu muydu? Kaynaklarda II. Murat‘ın Alaeddin Ali ‘ye çok düşkün olduğu fakat buna karşın II. Mehmet’i pek sevmediği anlatılmaktadır. Bu durum bir kıskançlık yaratmış mıydı? Kim bilir belki de babasına layık olmak amacıyla kendine farklı bir yol çizdi II. Mehmet.

            12 yaşında tahta çıkması ise II. Mehmet’te derin yaralar açacaktı. Derin yaraların açılması 12 yaşında tahta çıkması değildi. Genç padişahın (ki benim inancıma göre bir komplo ile ) tahttan indirilip deyimi yerindeyse süklüm püklüm Manisa ‘ ya gönderilmesi idi. Henüz 40 yaşında olan II. Murat’ın 12 yaşındaki bir çocuğa tahtı bırakması muhtemelen şaşırtıcı geliyor. Fakat II. Murat hiçbir zaman idealleri olan bir padişah olmadı. Gözde şehzadesi Alaeddin Ali‘nin zamansız ölümü, siyasi dengelerin sağlanmış olması ve tasavvufi yaşama düşkünlüğü II. Murat‘ın bu kararı alması için yeterli oldu. Böylece II. Mehmet babası ölmeden tahta çıkan ilk ve tek Osmanlı Sultanı olarak tarihe geçti.



                 II. Murat’ın bu beklenmedik kararı, henüz mürekkebi kurumamış antlaşmaların geçersiz sayılmasına neden oldu. Avrupalı senyörlerin desteği ile Macar ve Eflak askerlerinden oluşan Haçlı ordusu ise çoktan Osmanlı topraklarına girmişti. Bu sırada vezirler arasında bir anlaşmazlık yaşandı. Şehabettin ve Zağanos paşalar II. Mehmet’in sultan olarak ordunun başında olmasını savunurken,  Çandarlı Halil Paşa II. Murat’ın tekrar yönetimin başına geçmesini savunuyordu. Çandarlı’nın ısrarı üzerine II. Mehmet’in ağzından bir ferman yazılır (daha doğrusu öyle olduğu rivayet edilir). II. Mehmet’in padişahlığı sürerken II. Murat, herhangi bir vasıf taşımadan ordunun başına geçip Varna’ya gider. Halbuki II. Mehmet kendine o kadar güveniyordu ki, babasının gelmesini gereksiz buluyordu. O bu savaşta başarılı olursa eğer herkes ona biat edecekti fakat II. Murat kazanırsa hükümdarlığı iyice sallantıda olacaktı. Nitekim öyle de oldu. II. Murat Varna’dan büyük bir zaferle döndü. Ve Çandarlı Halil Paşa’nın isteğine rağmen tahta dönmedi.


            Varna Seferi’nden yaklaşık iki yıl sonra, Edirne’de kapıkulu ayaklanmaları yaşandı. Yeniçeriler, 1446 ilkbaharında eksik vezinli akçelerle ulufe verilmesine tepki gösterdi. Hatta daha da ileri giderek Şehabettin Paşa’nın konağını bastılar. Paşa canını zor kurtardı ve saraya sığınmak zorunda kaldı. Edirne’de yaşanan bu olaylar II. Mehmet’in yetersizliği olarak yorumlandı. Çandarlı Halil Paşa, devletin bekası için II. Murat’a gizli bir mektup yolladı ve tekrar tahta çıkmasını istedi. II. Murat Edirne’ye gelerek isyanı bastırdı ve II. Mehmet, Şehabettin ve Zağanos Paşa eşliğinde Manisa’ya gönderildi.




               İşte bu olay II. Mehmet’in hayatında yeni bir dönüm noktasıydı. Artık hayatında bir perde kapanmış yeni bir perde açılıyordu. Gururu kırılmıştı, halkının gözünde başarısızdı, saray erkanı için ise yetersizdi. Manisa’da geçirmiş olduğu ikinci şehzadelik dönemi, onun ve Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından çok verimli olmuştur. Bu beş yıllık süre içerisinde, güvendiği hocalarının yardımıyla kendini çok iyi yetiştirdi. Başarı yolunda ilerlerken düşünmek ve strateji oluşturmak ilk adımınız olmalıdır. II. Mehmet’te aynen bunun yaptı. Gece gündüz, sürekli çalıştı ve kendini din bilimlerinde de, sosyal bilimlerde de ve hatta pozitif bilimlerde de geliştirdi. Hz. Süleyman, Hz. Davud, Büyük İskender, I. Alaeddin Keykubat gibi liderlerin başarılarını ve bunun arkasındaki sırları inceledi. Bu süre içerisinde Latince, İtalyanca ve Fransızca gibi batı dillerini de öğrendi. O günkü Batı’da konuşulan dilleri öğrenme isteği, şehzadenin ileride neler yapmak istediğinin de bir ön hazırlığı olabilir miydi acaba? 




                  İmkansızı düşünmek kendini ortaya koymaktır. Yaşanılan bu acı deneyim II. Mehmet’in başarıları için mihenk taşları olmuştu. Büyük değişimler genellikle bir gecede yahut birden bire olmaz. Ancak her gün amacınıza attığınız bir adım size kayda değer kazanımlar getirecektir. II. Mehmet bunun farkındaydı. Hedefi belliydi: İstanbul’u fethedilecekti. Babasının, dedelerinin bir türlü alamadığı İstanbul’u o alacaktı. ‘’Psikolojik verilere göre babaların güç ve kuvveti ergenlik dönemindeki oğullar için kıskançlık kaynağıdır.’’ Bu yüzden Fatih, İstanbul’u fethederek bütün atalarını geçtiğini ispatlayacaktı belki de. Hatta İstanbul’u fethi sıralarında Bizans elçisine ‘’Efendilerinize söyleyin. Şimdiki Osmanlı padişahı öncekilere asla benzemez. Benim iktidarımın ulaştığı yerlere onların hayalleri bile yetişememiştir.’’sözü ise bu durumu kanıtlamaktadır.

                            Fatih Sultan Mehmet’i güdüleyen başka bir faktör ise hepimizin çok iyi bildiği Hz. Muhammet’in ünlü hadisidir. ‘’İstanbul mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan onun askerleri ne mübarek askerlerdir.’’ Fatih İstanbul’u fethederek işte bu şerefe de nail olmak istiyordu.

                            Bir de Fatih’in küçüklüğünden beri dedesinin ve babasının yanında İstanbul’un fethi hikayeleriyle büyümüş olduğunu varsayarsak, bu hedefin Fatih’in bilinçaltına yerleşmiş olduğunu tahmin edebiliriz. UNUTMAYIN bir çocuk neye güdülenirse onu yapmaya çalışır. O nereye gittiğini ve ne yapmak istediğini çok iyi biliyordu ve bu kararlılığı onu muhteşem bir zafere götürdü.
                           


                 ‘’Liderlik ruhtan kaynaklanır, kişilik ve görüşün bileşimidir, uygulanması sanattır. Yönetim ise beyinde başlar daha çok istatistiklerin, metotların rutin düzen ve iş programlarının titizlikle hesaplanmasıdır, uygulanışı bir ilimdir. Yöneticiler gereklidir, liderler "vazgeçilmezdir.” Tıpkı Fatih Sultan Mehmet Han gibi…



KAYNAKÇA:

Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı- Franz Babinger
Bu Mülkün Sultanları- Necdet Sakaoğlu
Fatih Sultan Mehmet’in Kişiliği ve Fetihteki Rolü- Yrd.Doç.Dr.Ali Kuşat /Erciyes Üniversitesi-İlahiyat Fakültesi
Sultanı Öldürmek- Ahmet Ümit





8 Ocak 2015 Perşembe

        2008  finansal krizinde birçok insan evlerine varıncaya kadar her şeylerini kaybetti. Birçok şirket battı veya batma noktasına geldi. Ama şu bir gerçek ki 2008 finansal krizinde zarar gören sadece bazı şirketler ve orta sınıf oldu. Bu krizde zenginler daha zengin oldu fakirler ise daha da fakir.


       Borsa: Para Asla Uyumaz 2 ( Orijinal adı: Wall Street: Money Never Sleeps) da işte tam bu da bundan bahsediliyor. Film krizi fırsat bilen, piyasalarda spekülasyon yaratarak kriz çıkaran büyük şirketlerin aslında nasıl daha da zenginleştiğini gösteriyor. Yani kapitalizmin altın kuralından biri devreye giriyor : ‘’ KRİZİ FIRSATA ÇEVİR.’’



Filmdeki baş kahraman Wall Street’in eski  kurtlarından Gordon Gekko ünlü bir spekülatör ve spekülasyonların  borsada ne kadar etkili olduğunu ,bunun tehlikeli bir oyun olduğunu defalarca vurguluyor. Peki spekülasyon ne demektir?

      Spekülasyon piyasada gerçekleşmesi beklenen fiyat değişikliklerinden faydalanılarak yapılmaktadır. Beklentilerin tahminler doğrultusunda gerçekleşmesiyle kazanç elde edildiği gibi fiyat tahminlerinin tutturulmaması nedeniyle de kayıp yaşanacaktır. Herhangi bir yatırım aracının fiyatının gelecekte değerleneceği veya fiyatının yükseleceği öngörülüyorsa, bugünden alım yapılmaktadır. Gelecekte tahminlerin beklentiler dahilinde gelişmesi sonrasında fiyat yükseldiği zaman yüksek fiyattan satış yapılacaktır. Düşük fiyattan alım ve yüksek fiyattan satış nedeniyle de kar elde edilecektir. Aynı şekilde fiyatların düşeceği veya değer kaybedeceği öngörülüyorsa da bugünden satış yapılırsa kazanç elde edilir. Yasaldır ve aksine borsalar ve piyasaların varlık sebepleri insanları spekülatör olmaya davet ederek ve onları teşvik ederek , her menkul kıymetin hak ettiği fiyata yada değere ulaşmasını sağlar.


            Fakat bu filmdeki bahsi geçen şey aslında borsadaki spekülasyon değil, manipülasyondur.  SPK tarafından yayınlanmış ‘’Hisse Senedi Piyasasında Manipülasyon’’adlı yayında iki tanımlama vardır.
1.Manipülasyon : İnsanları kandırarak bir menkul kıymeti almaya veya satmaya sevk etmeye veya menkul kıymetin fiyatını yapay bir seviyede tutmaya yönelik davranışlardır.
2.Manipülasyon: Menkul kıymet piyasalarında arz ve talebin serbest bir şekilde karşı karşıya gelerek fiyatları belirlemesine yönelik sürecin kasıtlı olarak engellenmesidir.
Filmde Gordon Gekko spekülatör olarak lanse edilse de aslında bir manipülatördür.

Manipülasyon 2’ye ayrılmaktadır:
·         İşlem bazlı manipülasyon : Yapay olarak  sermaye piyasası araçlarını, arz ve talebini etkilemek, aktif bir piyasanın varlığı işlemini uyandırmak, fiyatlarını aynı seviyede tutmak, artırmak veya azaltmak amacıyla alım ve satımın yapılmasıdır.
·         Bilgi bazlı manipülasyon: Sermaye piyasası araçlarının değerini etkileyebilecek, yalan yanlış, yanıltıcı, mesnetsiz bilgi verilmesi, haber yayılması , yorum yapılması yada açıklamakla yükümlü olunan bilgilerin açıklanmaması.


Para Asla Uyumaz filminde de Gordon Gekko’nun  kızı ile yaşadığı duygusal gerilimi saymazsak asıl odak noktanın  bilgi bazlı manipülasyon ile  Bretton Woods karakterinin hisse değerlerinin düşürülmesi ayrıca Gordon Gekko’nun sıfırdan tekrar nasıl zengin olduğunun görüyoruz.

          Filmde bahsi geçmese de ABD ekonomik krizinin doğuşu ve büyümesi, denetimsiz serbest piyasa ekonomisinin ürettiği spekülatörlük ve manipülatörlük sonucudur. Konut kredilerinin vatandaşın gelirine bakmaksızın verilmesi, ABD yıllık enflasyonun %2’den %5’e çıkmasına rağmen konut kredi yıllık faizinin %3.5 olarak sabitlenmesi, krediye olan taleplerin sürekli artışına yol açtı. ABD hükümetinin Freidman modeli ekonomik politikalarına göre oluşan emlak  borsası hisse senetlerinin tavan fiyatı 30 trilyon doları geçmektedir. Emlak hisse senetlerinin reel değeri olan 20 trilyon doların nakit riski 10 trilyon dolardır. 20 milyon yeni konut sahibinden, işsizlik sebebi ile kredi geri ödemesi yapamayan 4 milyon konutzedelere hergün yeni sayılar eklenmektedir. Zararı oluşturanlar ise borsa spekülatörleri ve manipülatörleri,sigortacılar ve bankacılardır.



           Fakat filmde bunlardan bahsedilmiyor. Film aslında bu sistemi eleştirmiyor. Eleştirdiği sadece bu sistemi etik bir şekilde kullanmayan borsacılar ve açgözlülükleri… Borsacılar açısından bakarsak ise Gordon Gekko’nun sözleri her şeyi açıklar nitelikte:


‘’ PARA SENİNLE BİRLİKTE YATAĞA UZANIR,SANA BAKAR. TEK GÖZÜ AÇIKTIR. PARA ASLA UYUMAYAN FAHİŞEDİR VE KISKANÇTIR. EĞER ONA DİKKAT ETMEZSEN, BİR SABAH KALKTIĞINDA SONSUZA KADAR GİTMİŞ OLUR.’’





KAYNAKÇA:
http://borsanasiloynanir.co/spekulasyon-nedir/
http://ekonomi.haber7.com/ekonomi/haber/760748-borsada-keriz-silkeleme-nasil-yapiliyor
http://www.borsabeklenti.com/smf/index.php?topic=623.10;wap2
http://www.sinifmucadelesi.net/spip.php?article517
http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20080399

7 Ocak 2015 Çarşamba

           Inside Job belgeseli İzlanda’nın girdiği borç batağının anlatılmasıyla başlıyor. Aslında her şey yolunda gidiyordu. Yüksek yaşam standartları,düşük işsizlik ve suç oranları, istikrarlı ve düzenli demokrasileri, yok denecek kadar az devlet borçları ve muhteşem doğasıyla İzlanda refah bir ülkeydi. Nüfusu sadece 320.000 olan  bu ülke 2008 krizi ile batma noktasına geldi. Peki işin gerçeği neydi?


        Belgesel boyunca röportaj yapmayı kabul edenler, 2008 krizinin , Ronald Wilson Reagan döneminden başlayıp, Bill Clinton  ve George W.Bush  dönemlerinde ara vermeksizin sürdürülen  ‘’deregülasyon’’ politikasının sonucu olduğunu söylemiştir. İzlanda’da 2000 yılı itibariyle bu politikayı uygulamaya başladı ve ülke dönülmez bir uçuruma sürüklendi. 




        Deregülasyon (İngilizce:deregulation) kelime anlamı olarak ‘’kuralsızlaştırma’’, ‘’denetimsizlik’’ anlamına gelmektedir. Tanım olarak ‘’ devletin karar alanını daraltan düzenlemelerin ,azaltılması,kaldırılması, kamuya ait olduğu varsayılan iradenin özel sektöre ve sermayeye devredilmesi yönündeki  yasal düzenlemedir.’’ 

       İzlanda deregülasyon politikasını uygulamaya başlamısıyla İslandsbanki, Glitnir ve Kaupping adlı üç yerel bankası özelleşti. Ayrıca Alcoa gibi firmalara İzlanda’nın  jeotermal ve hidroelektrik kaynakları sunuldu ve şirketin burada alüminyum fabrikası kurmasına izin verildi. 5 yıl içerisinde GSYİH’si 13 milyar dolar olan bu ülke, 120 milyar dolar borç almıştı ve bu İzlanda ekonomisinin 10 katı büyüklüğündeydi. Bankacılar kendilerini ve arkadaşlarını bu süreçte paraya boğdu. Tabi bu süreçte dev bir balon oluştu ve hisse senedi fiyatları 9 kat arttı.  Ayrıca bankalar para piyası fonları kurdular ve mevduat sahiplerine para çekmeleri için  yatırım önerilerinde bulundular.Bir taraftan  KPMG gibi denetim firmaları İzlanda bankalarını denetledi ve hiçbir hata bulmadı. Herşey kusursuz işliyordu ve en yüksek puanları veriyorlardı. 2008 krizinde bankalar batınca altı ay içerisinde işsizlik 3 kat arttı.






           Aslında  belgesel bize insanların yoksullaşmasına neden olan bu krizin tesadüfen veya beklenmeyen bir şey olmadığını aksine büyük paralar kazanan finans sektörünün devlerinin açgözlülüğünü ve acımasızlığını gösteriyor. Wall Street çalışanlarının çok yüksek maaşları ve primleri (örneğin ABD’li bir emeklinin yıllık kazancı $18,750 iken Goldman Sachs çalışanın yıllık ikramiye tutarı $600.000) , bununla birlikte hükümet ile yakın ilişkileri ve hükümetlerin nasıl ekonomik boyutlarla yönetildiği gösteriliyor.

      Amerika Birleşik Devleti’nde Mortgage krizi olarak da geçen bu krizde milyonlarca kişi evlerine varıncaya kadar her şeyini kaybetti.  Dünyada yüz milyonlarca kişi  yeniden açlık sınırına düştü. Fakat Wall Street’in ekelerine ve onların ortaklarına nedense hiçbir şey olmadı. 2008 krizine yol açan büyük finans şirketlerinin tek bir yöneticisi bile hapse atılmadı veya servetlerinden en ufak bir şey kaybetmediler.

       


      Belgeselde görüldüğü üzere herşeyin bir tezgah olduğunu ve bu krizin  temellerinin 1980 yılında Ronald Reagan'ın döneminde atıldığını anlıyoruz. Bill Clinton'da bu düzeni destekledi ve ''Ben bu krizi çözeceğim'' diyerek başkan olan Barack Obama'nın da neredeyse tüm sorumlu baş aktörleri ekibine alması bize nasıl bir sistemin olduğunu yüzümüze haykırır nitelikte. Bütün Amerikan başkanları bilinçli olarak bu krizi durdurmadı  ve küreselleşmeyi denetleyebilmek için paranın belli ellerde toplanmasına göz yumdular.


     2008  yılında yaklaşık 600-700 milyar dolarlık bir batış meydana geldi. Bu rakamlar ABD tarihinin en büyük iflas rakamları. Bu dönemde Lehmanların çöküşü en büyük dalgayı oluşturdu. Kısacası Lehman Brothers battı ve bedelini tüm dünya ödedi. 158 yıllık bu finans devinin batmasına göz yumulmasaydı belki dünya olarak bu kadar ağır bir kriz yaşamayacaktık. Ardından ikinci haber Merrill Lynch'ten geldi. O da batmamak için hisselerini 50 milyar dolara Bank of America'ya sattı. Amerika'nın en büyük sigorta şirketi AIG'den de kötü haberler geliyordu. Halkuki Lehman Brothers'ın batmadan bir gün  önceki kredi notu AAA idi...




      
        Beklenmedik bir kriz gibi gösterilen bu kriz aslında planlı, sistemli ve  zenginleri daha da zenginleştiren yoksulu daha da yoksul yapan bir deneydi. İşin ilginç yanı ise ekonomi alanında dünyaca ünlü üniversitelerdeki profesörlerinde bu sistemin içinde olması. Harvard’ın ekonomi eğitimi yozlaştırıldı ve Columbia Üniversitesi deregülasyonu müthiş bir şekilde destek verdi. Sebebi çok basitti.Kendi  çıkarları için ekonomi bilimini alet etmişlerdi.

     1980 yani Başkan Reagan döneminden bu yana ekonomi hocaları deregülasyonun ateşli savunucuları oldular. Amerikan devlet politikalarının biçimlenmesinde çok önemli rol oynadılar fakat pek azı böyle bir krizin olabileceğinin sinyalini verdi. Hepsi açıkçası bunu biliyordu ve durumu destekliyorlardı. Destekleyen ve devletin önemli karar mekanizmalarında yer alan bu ekonomi profesörlerinin fakültede çalışan herhangi öğretim üyesine oranla ciddi bir gelire sahipti.


Martin Feldstein
       Martin Feldstein Harvard’da profesör ve dünyanın önde gelen ekonomistlerinden biri. Başkan Reagan döneminden bu yana deregülasyonun baş mimarlarından biri ve 1988’den 2009’a kadar kendisine milyonlarca ödeyen  AIG  ve AIG Financial Products’ın yönetim kurulunda görev aldı.

Laura Tyson
       California Üniversitesi-Berkeley’de profesör olan Laura Tyson ise  Clinton’ın başkanlığı sırasında Ekonomik Danışmanlar Konseyi’nde yöneticilik yaptı ve hemen akabinde Morgan Stanley’de yönetim kuruluna girdi. Yıllık geliri $350.000.

Ruth Simmons

       Brown Üniversitesi rektörü Ruth Simmons, Goldman Sachs’ın yönetim kurulunda ve yıllık kazancı $300.000 üzerinde.

      Velhasıl Harvard, Columbia,California ve Brown üniversitesi gibi önde gelen üniversitelerin profesörlerinin deregülasyonu destelemeleri ve büyük paralar karşılığında hükümette ve yatırım bankalarına danışmanlık yapmaları, onları da bu krizin ortakları yapar.

'' Yatırım bankaları kendi yatırım ürünlerini hiçbir risk almadan yatırımcıya pazarlarken , ki bunu yaparken büyük denetim firmaları da en yüksek puanları bu firmalara vererek yatırım yapmak isteyen kişilerin gözünü boyuyordu. Diğer taraftan ise hepsi bu sistemin çökeceğini bildikleri için  kendi firmalarına yatırım yapıp devasa paralar kazanmışlardır. 
Örneğin, Countrywide CEO’su  Angelo Mozilo 140 milyon dolarını bankası batmadan önce sattı ve 470 milyon dolar ile krizden zararsız çıktı.''




         Sonuç olarak bu kötü olarak lanse edilen adamlar, devletin de Reagan döneminde koyulan yasaları ve deregülasyon oyunlarıyla ekonominin altına üstüne getirdiler. Hiçbir CEO yada yönetim kurulu üyesi zarar görmedi ve zenginliklerine zenginlik kattılar. Dünyanın yalnızca %1 lik kısmını oluşturan bu kesim, bile bile bu oyunu oynadılar ve belgesel de onların açgözlülüğünü apaçık bir şekilde ortaya koyuyor. Bu oyunda denetim firmaları yatırım bankalarına yüksek dereceler vererek halkı kandırdı ve ekonomi profesörleri ise bu ekonomi politikasının önemli savunucuları oldu. Obama hükümetine bakacak olursak Wall Street’in açgözlü oyuncuları  karşımıza çıkıyor yine. Örneğin Laura Tyson ve Martin Feldstein Obama’nın danışma kurulunda veya Larry Summers Obama’nın baş ekonomik danışmanı. Herşeyi tüm çıplaklığıyla gösterse de bu belgesel sistemin aslında nasıl yürüdüğünü ve yatırım kararlarımızı alırken ne kadar dikkatli davranmamız gerektiğini bize anlatıyor. 

        Publilius Cyrus’un söylediği gibi ‘’ Değiştirilemeyen bir düzen, kötü bir düzendir.’’
Ve ben %99 luk kısımda kalan halkın bir parçası olarak bu düzeni değiştirebileceğimize inanmıyorum!

2 Ocak 2015 Cuma




    İstatiksel Süreç Kontrolü ( İngilizce:Statistical Process Control) , üretim sürecinde kullanılan , bu süreçte eğer herhangi bir aksaklık veya düşük kalitede bir üretim meydana gelirse bunu tespit etmek için kullanılan bir tekniktir. Bu süreçte kontrol grafikleri kullanılarak süreçlerin kontrol dışına çıkıp çıkmadığı, üretimdeki beklenen değerler veya varyanslar hesaplanır. Kötü kalitede bir ürünün üretilmesinin önüne geçmek için önemlidir.

  İstatiksel Süreç Kontrolü'nün öncüsü Walter A. Shewhart'dır. 1924'lerde Amerika Birleşik Devleri'nde ortaya çıkan bu sistem ilk başlarda çok popüler olmamıştır. Tam anlamıyla uygulanması ise II.Dünya Savaşı'ndan sonra Japonya'da olmuştur. Amerikalı ünlü istatistikçi( kalite yönetiminin babası veya gurusu olarak da bilinir) William Edwards Deming, kalitede verimliliği artırmak için bir çok çalışmada bulundu. En başta üst yönetim olmak üzere köklü bir değişimin tüm organizasyonu kapsaması gerektiğini savunmuştur. Aslında bunun bir kültür yada yaşam biçimi olması gerektiğinin üzerinde durmuştur. ''Mükemmelliğe ulaşabilmek için sürekli gelişim esastır.''





   
  İstatiksel Süreç Kontrolü'nde kullanılan grafiklerde iki temel amaç vardır:1.Süreç için kontrol limitlerini belirleme 2.Üretim sonrasında nerede kontrol dışı bir hata olduğunu tespit etmek ve bu süreci gözleme.  Kısacası üretimi yapılan ürünler belli aralıklarla kontrol edilir ve sonuçlar bir çizelge üzerine kaydedilir.  Oluşan sapmaların nedenleri araştırılır ve önlem alınır.Örneğin  araba parçası üreten bir bir firma olun ve 12 cm lik bir parça üretmeniz gerekiyor. 100.000 tane sipariş aldınız. Fabrikada bu 12 cm lik parçayı biçimlendiren makineyi kontrol etmediğinizi varsayalım. 100.000 adet parçayı ürettiniz ve sipariş eden firmaya kontrol etmeden gönderdiniz. Fakat bir de bakmışsınız ki 100.000 adet ürünün 80.000 i hatalı. Kimi parça 10 cm, kimi parça 30 cm çıkmış makineden. İşte bu noktada istatiksel süreç kontrolü büyük önem taşıyor. En baştan bu kontrol sistemi kullanılmış olsaydınız hem en başından hatanın nerede olduğunu tespit ederek süreci kontrol edebilecektiniz, hem de bu kadar zarara uğramayacaktınız.


İSTATİKSEL SÜREÇ KONTROLÜNÜN EN BÜYÜK AMACI ''SIFIR HATA''YA ULAŞMAKTIR!





İstatiksel süreç kontrolünde kullanılan bazı grafikler ise:

-X kontrol grafikleri
-R değişim aralığı kontrol grafikleri
-Standart sapma kontrol grafikleri
-P kusurlu oran kontrol grafiği
-np kusurlu sayı kontrol grafiği
-Birim başına kusur sayısı kontrol grafiği
-Örnek başına kusur sayısı kontrol grafiği
-Değişim katsayısı kontrol grafiği

Sonuç olarak İstatiksel Süreç Kontrolü, üretim yapan firmlar için oldukça büyük önem arz etmekte. Sıfır hatta imkansız gibi gözüksede en azından bunu felsefe edinen firmaların neden büyük firmalar olduğunu bir kere de daha anlıyoruz.

''TOPLAM KALİTE KONTROLÜ, PENİSİLİN GİBİ HIZLA HAREKET EDEN BİR İLAÇ DEĞİL, UZUN SÜRE ALINIRSA BİR ŞİRKETİN YAPISINI AŞAMA AŞAMA İYİLEŞTİREN, YAVAŞ ÇALIŞAN BİTKİSEL BİR İLAÇ GİBİDİR.''
Kaoru  Ishikawa

21 Kasım 2014 Cuma

     Kitle iletişimin  böylesine yoğun yaşandığı dönemde, geniş kitlelerin etki altına alınması ve tepki göstermemesi için basın-yayın güçlü bir şekilde kullanılıyor. Bunun  yanı sıra iletişim çağında teknolojinin  esiri olan bizler, her an bilinçaltımıza yollanan  mesajlara hapsediliyoruz. İzlediğimiz sinema filmleri, diziler, televizyon programları, çizgi filmler ya da oynadığımız bilgisayar oyunları… Bizi ‘’tek tip’’ yapmaya ve daima efendilerine  itaat etmeye ayarlanmış robotlara dönüştürmekteler.

    Çizgi filmler ya da bilgisayar oyunları incelendiğinde, ana karakterin ya da  ‘’kahraman’’ ın bir savaşçı olduğunu görürüz. Hepsinin ortak yönü ‘’kötülere karşı savaşan kahraman’’ olmaları! Üstelik hep kötülük Amerika’ya karşı yapılıyor, ‘’iyi kalpli kahramanımız’’ ise bir anda zırhını değiştiriyor ve Amerika’yı yani dünyayı kurtarıyor. Peki, ya bu karakteri yaratanlar, öykülerini yazanlar ve onlara birer kimlik verenler kimler? Her fırsatta dünyanın iyilerden ve kötülerden oluştuğunu zihnimize  kazımaya çalışan bu kişiler, bize aslında ne söylemeye çalışıyor? Yoksa gerçek hayatta ‘’demokrasi’’ ya da ‘’insan hakları’’ adına, teröristler bahane edilerek ülke işgallerine kadar varan olayların meşrulaştırılmasını mı?


     Çoğu zaman çizgi filmlerde verilen mesajlar  ‘’evrensel değerler’’ adı altında sunulur. Oysa evrensel değerler diye aktarılan mesajların altından da karşımıza ‘’emperyalist değerler’’ çıkar! Örneğin,  ‘’fakirlere yardım etmek’’ evrensel bir değer olarak bize sunulurken; fakirlere yapılan yardımın Hıristiyanlığın bir gereği olduğunun alt mesajı verilmesi, ‘’evrensel değer’’i , ‘’emperyalist değer’’e dönüştürüverir. Fakirlere yardım diğer dinlerde de vardır, ama Hıristiyan Batı’nın ürettiği çizgi filmlerde ya da bilgisayar oyunlarında diğer dinlere yer yoktur!
       
    Emperyalizmin askeri güçle bir ülkeyi işgal etmesi ise işe yaramaz. Çünkü bu güç gösterisinin ardından bağımsızlık mücadeleleri ve yeni savaşlar gelir. Ancak emperyalist güç hedefindeki ülkeye karşı hem ekonomik kıskaç uygular hem de o ülkeyi kültürel işgal bombardımanına tutarsa, topa tüfeğe gerek kalmaz! Çünkü zaten bu yolla hedeflediği ülkenin  toplumu ona uymaya, onun gibi olmaya çalışır. Dolayısıyla kültürel işgal yoluyla kendine özendirdiği ülkelerin insanları, onların gönüllü askerleri oluvermiştir.



     Emperyalist güçler hiçbir zaman elini eteğini çekmez ve her zaman hedef kitle çocuklardır.  Çünkü çocuklar, birkaç kuşak sonrasının büyükleridir. Türkiye emperyalizmin gönüllü pazarıdır. Yıllardır içinde bulunduğumuz dönem ‘’modern kapitülasyonlar’’ ın uygulandığı dönemdir. 1940’lı yıllardan sonra özellikle ABD ve AB ülkeleri ile Türkiye arasında ticari ve siyasi birçok anlaşma yapılmıştır. En zora sokan anlaşma kuşkusuz ki Gümrük Birliği Anlaşması’dır. Bu anlaşma ile Türkiye, kapılarını yabancı pazara ardına kadar açmıştır. Bunun sonucu olarak da Batı kaynaklı, her ürün rahatça Türk pazarına girmiştir. Elbette bu durum kültür için de geçerlidir. Örneğin 3 Mart 2011 de yürürlüğe giren 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri hakkında kanun da medya sahipliği konusunda, yayın kuruluşlarında yabancı sermaye oranı %25’ten %50’ye çıkartılmıştır. Böylece milletimize ve kültürümüze özgülük, yerini küresel sömürerek düzeninin ürünlerine ve yaşam biçimine bırakmaktadır. Birbirinin aynı olan, aynı faaliyetleri yürütüp aynı şeylerden hoşlanan ve bütün hayatını benzer şekillerde yaşayarak benzer tüketme alışkanlıkları edinen kitleler kolaylıkla yönetilebilir. Çünkü bu tek tipleştirme faaliyetlerinin her alanda aynı anda uygulanması ise sömürgeci düzenin vazgeçilmezidir.

      Yaşadığımız çağda her türlü güç, hızla belli grupların elinde toplanıyor.Kurulan güç birlikleriyle daha küresel ve dolayısıyla daha emperyalist olan şirketler her şeyi hızla tıpkılaştırıyor…Tüketim kültürü ise orman kanunlarının geçerli olduğu bir düzende toplumu kendine ‘’gönüllü esir’’ yaptı. Bu da tek tip bir yaşam biçiminin oluşmasına neden oldu. Örneğin çir çok düşünür, ‘’Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘’süper güç’’ olarak ayakta kalabilmesinin şartı, Amerikan yaşam tarzının dünya gençliği tarafından hayranlıkla taklit edilmesidir’’ der. İşte ideoloji de tam bu noktadır. Seri üretim bir kültür, seri üretim bir ideoloji demektir!

Superman


     Günümüzde basının hükümetlerden bile daha belirleyici bir güç olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Basını çok uzun yıllardır propaganda aracı olarak kullanan Batılılar, özellikle Superman, Batman, Ninja Kaplumbağalar gibi çizgi filmlerde farklı mesajlar vermektedir. Örneğin Superman, ‘’süper güç’’ Amerika’yı temsil eder. Zaten giydiği kıyafette Amerikan bayrağını temsil etmektedir. Başka bir örnek verirsek Amerika, Kaptan Amerika karakterini ortaya çıkararak, bir tür Amerikanlaşmayı dünyaya yayar…Bu karakteri, kendi içindeki zayıf ve çelimsiz bir kişiden ortaya çıkaran Amerika, ona bir deneyle güç vererek, bilim ve teknolojik gücünde kendisinde olduğu mesajını işler.

Ironman

      Çizgi  filmlerin dışında, birçok sinema filminde de Amerikalı ‘’süper kahraman’’ olgusu işlenmektedir. Önceleri dünyayı kasıp kavuran Rambo, Rocky; günümüzde Thor, X-men, Ironman gibi filmler açık bir şekilde Amerikan propagandası yapar. Geçmişte ve günümüzde hala Amerikancılığın ve Amerikan askerlerinin hüzünlü öykülerinin yoğun bir şekilde işlendiği, Er Ryan’ı Kurtarmak, Bir Zamanlar Askerdik, Pearl Harbor, Vatansever ve daha birçok savaş filminin alt mesajında sömürgeci Amerika’nın savaşlarına meşru bir görünüm veren,askerleri öldürdüğü için savaşan,masum bir Amerika görüntüsü çizilir.        

    Bu filmlerde hep Amerika haklıdır! Hatta Afganistan’da, Fas’ta, Irak’ta, Vietnam’da öldürülen,toprakları işgal edilen, kadınlarına tecavüz edilen, erkeklerine işkence yapılan masum halk bile terörist gibi gösterilir. Örneğin , 18 Amerikan askerinin Mogadishu’da öldürülmesini anlatan Kara Şahin Düştü gibi filmlerde, Amerika’nın sözde yardım için gittiği Somalili halk ‘’kanlı katil’’, Amerikan askerleri ise ‘’dünyanın en masum’’ kişilerdir… Filmi izleyenler ise Somalileri ‘’rezil,nankör’’ Amerikalıları ise ‘’kahraman’’ olarak izler. Amerika hem savaş meydanlarının yenilmez gücü hem de diğer toplumlar tarafından özenilen, Kaf Dağı’nın arkasındaki muhteşem ülkedir. Kahraman, savaşçı, özgür,adil ve dünya barışını korumakla görevli bir ülke…

Simpsons

Simpsons çizgi filminden bir kare

     Soğuk savaş döneminde ise en büyük düşman komünizmdi. Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte yeni düşman açıklandı, terörizm! Üstelik terörizm söylemini de özellikle 11 Eylül saldırılarıyla hep bir ağızdan haykıran Batı, bu bahaneyle Afganistan’a girdi. Daha sonra aynı anda ‘’Teröristler…’’, ‘’En büyük düşmanımız terördür’’,’’Afganistan…’’, ’’Müslümanlar…’’, ‘’Terörizm…’’, ‘’Usame Bin Ladin…’’ diyen çok uluslu basın-yayın , kendi ürettiği Bin Ladin gibi teröristleri Müslümanlıkla eş tutup, ‘’ Müslüman  terörizmi’’ deyimini dünyaya saldı. Üstelik bu genellemeyi toplumda iyice yerleştirmek ve yaymak için Simpsonlar çizgi filmi bile kullanıldı.

Popetown

     
    Müslümanları terörist gibi gösteren, Müslümanlara yapılan hareketleri ise ‘’ifade özgürlüğü’’ olarak tanımlayan, Batılı  siyasiler, söz konusu Hıristiyanlık olduğunda aynı fikirde değildirler. Danimarka, Norveç, Almanya ve Fransa başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde yayımlanan gazetelerde basılan ve Hz. Muhammed’e hakaret edilen karikatürleri ‘’ifade özgürlüğü’’ olarak tanımlayan Alman siyasiler ve din adamları, 2006 yılında MTV müzik kanalında yayımlanan ‘’Popetown’’ isimli çizgi filme ateş püskürmüşlerdi. Papa ile dalga geçilen, Papa rolünde bir çocuk ile çocukları köle olarak satan bir papazın baş karakter olduğu çizgi film, özellikle Almanya’da büyük tepkilere yol açtı. Yine bir başka Amerikan üretimi olan ‘’South Park’’ adlı çizgi filmde de Hz.Muhammed ve  İslam dinine hakaretler yağmış, üstelik film içinde verilen mesajlarla ‘’Müslüman terörist’’ tanımı bu çizgi filmde de işlenmişti.


Şirinler


    Kendini dünyanın hakimi olarak sunan Amerika eğer kendi çıkarlarına uygun değilse, başka kültürlerin ürettiği filmlerin Amerika’da gösterilmesine izin vermez! Bunlardan biri de ‘’Şirinler’’dir. Şirinler çizgi filminin gösterilmesine uzun bir süre izin vermemişti. Gerekçe ise bu çizgi filmin komünizm yaydığıydı ve komünizm en büyük düşmandı! Çizgi filmde, Şirinlerin para kullanmaması ve Şirin Köyü’nün bir ülke gibi sunularak kapalı Pazar ortamında herkesin eşit haklara sahip olması, Şirinler henüz bir çizgi romanken komünizm iddialarının gündeme gelmesine neden olmuştu. Ancak bu iddialar, Şirinler’in çizgi dizi olarak yayımlanması ile daha da arttı. Şirin Köyü’nde zengin-fakir ayrımının olmaması,ticari ilişkiler yerine değiş-tokuşun olması, şirin çileği tarlalarında herkesin hakkının bulunması ve bütün Şirinler’in bu tarladan eşit şartlarda faydalanması, Şirinler köyünde hiç ibadethane bulunmaması, kırsal yaşam sürmelerine rağmen hiç din görevlisinin de yer almaması, birçok araştırmacı tarafından gündeme getirilen özellikler oldu. Buna karşın, kötü karakter Gargamel’in bir papaz giysisi giymesi ve kendisinin orijinal isminin Azrail olmasıyla da onun kapitalizmin simgesi olduğu söylendi. Şirinler Köyü’nde tek bir kızın ,yani Şirine’nin olmasının feminizme ve ataerkil topluma gönderme yaptığı, Usta Şirin’in işçi sınıfımı, Çifçi Şirin’in köylü sınıfını, Ressam Şirin’in ise aydınları temsil ettiği uzun zaman tartışıldı. Şirin Baba karakteri ile ilgili görüşler ise bu karakterlerin Karl Marx’ı işaret ettiği yönündeydi. Çizgi film hakkındaki bu düşünceler, Şirinler’in uzun zaman Amerika’da yayımlanmamasına sebep oldu.



   Çizgi filmlerde cinsellik, özellikle son yıllarda en sık işlenen konulardan biri… Cinsellik konusunun en çok Disney çizgi filmlerinde işlediği, bu konuda araştırmalar yapan birçok yazar ve psikolog tarafından da sıkça dile getiriliyor. Mickey Mouse da gizli cinsel mesajlar olduğu uzun zaman tartışılan Uyuyan Güzel, Küçük Deniz Kızı, Aslan Kral ve hatta Pembe Panter çizgi filmi içinde bu tür iddialar gündeme geldi. Simpsonlar çizgi filminin Homer’in Korkusu başlıklı bölümde ise ilk kez bir eşcinsel evlilik konusu işlenmiştir. Çizgi filmlerde cinsellik konusu çoğunlukla ‘’özgürlük’’ anlamında kendine yer buluyor. Ancak henüz ona sunulanları ayırt edebilme yetisine sahip olmayan küçük yaştaki çocukların üzerinde ciddi  tahribatlara sebep olabiliyor.





     Subliminal mesaj olarak tanımlanan bilinçaltı mesajlarda çok kısa ve ilk anda algılanmayan; ama bilinçaltımızın algıladığı belirtilen görsel ve işitsel mesajlar arasında satanizm işaretleri ile birlikte cinsellik mesajlarına da sıkça yer veriliyor. Disney çizgi filmlerinden Aslan Kral’ın giriş sahnesinde aslan, patisini yere vurur ve yukarı doğru bir toz bulutu yükselir. Toz bulutu ‘’sex’’ yazısına dönüşür ve kaybolur. Bulutların ‘’sex’’yazısını içeren bir şekil alması tesadüf olmasa gerek.


   Son yıllarda ise bilgisayar oyun endüstrisi, bir yandan ekonomik, diğer yandan da kültürel olarak çok önemli iki işlevi yerine getirmektedir. Kuşkusuz ki bilgisayar oyunlarının bu kadar hızlı tüketilmesinin altında bireyin eyleme dahil olması yatıyor. İnsanlar, film izlerken ya da kitap okurken edilgen konumdadır ve anlatılan öyküye dışarıdan bakar; fakat bilgisayar oyunu oynarken, ona sunulan şartlar dahilinde oyunu yönetir. İnsanın ruhsal durumu ve kazanma isteği, bilgisayar oyunlarını daha da eğlenceli hale getirmektedir. Bu durum, oyunların büyük bir sanayi olmasının sebebi ve sonucudur. Özellikle savaş oyunlarında, oyunu oynayan her kim olursa olsun, oyunu üreten ülkenin ‘’gönüllü askeri ‘’oluverir ve bu ülkenin komutanlarınca kendisine verilen emirleri uygular. Onun için ölür,onun için öldürür…Yapılan araştırmalar,bilgisayar oyunlarının öykülerine gizlenmiş çok sayıda mesaj bulunduğunu, bu oyunların belli fikir ve ideolojileri yaymak için küresel güçler tarafından kullanıldığını ortaya koyuyor. Özellikle üç boyutlu savaş ve strateji oyunları ile ruhsal tahribat,iki boyutlu oyunlarla da Batı hayranlığı ve küresellik adı altında İngilizce dayatması yapılarak , bir tür ‘’özendirme’’ faaliyeti yürütülüyor. Farklı bilgisayar oyunlarındaki ortak ‘’tek tip’’ mesajla kitlelere ‘’Değiş ve küresel ol!’’ deniliyor…



Assassin's Creed


   Günümüzde pek çok insan Amerika’nın  Afganistan’ı işgaline  ses çıkarmamaktadır. Daha önce de Irak’ın işgali dünya tarafından sessizce izlenmişti! Bu sonucun ortaya çıkmasında, Doğuluları barbar, kötü, terörist ve aciz gibi gösteren kültür ürünlerinin aralıksız üretilmesinin payı büyüktür. Özellikle bu tür bilgisayar oyunu oynayanlarla yapılan görüşmeler kanıtlamaktadır ki, Asya’da ya da Ortadoğu’da her gün binlerce kişinin ölmesi onlarda büyük çağrışımlar yapmamakta, çünkü Batılı ülkelerin ürettiği bilgisayar oyunlarında Araplar ve Doğulu halklar daima düşman ya da terörist olarak gösterilmektedir.
       
  Çizgi filmlerde olduğu gibi bilgisayar oyunlarında şiddet, cinsellik, satanizm gibi konuların çokça işlenmesinin nedeni bu konuların geniş kitlelerce ilgi görmesi değil, ancak bu konuların üzerine gidilerek toplumsal değerlerin yok edebilecek olmasıdır. Zira değerlerinden uzaklaşmış, kendine yabancılaşmış kitleler  çok daha kolay yönlendirilip, robotlaştırılabilir…


Silk Road

Küreselleşme adı altında hepimiz ‘’tek tipleştirme’’ operasyonun içerisindeki basit piyonlarız aslında ve çok azımız bunun farkında ya da değil.  Hollywood merkezli Amerikan film endüstrisi doğrudan görsel ve bilinçaltına yönelik operasyonlarıyla küresel çapta tek tip insan oluşturma hedefinde önemli ölçüde başarılı olmuştur. Gelişmiş iletişim teknolojileri ve neo-liberal ideolojinin pekiştirilmesi ise bu süreci hızlandırmıştır. İzlediğimiz müzik kliplerinde, sinema filmlerinde farkında olmadığımız gizli nesneler yerleştirilmiştir ve ya okuduğumuz kitaplarda da aynı şekilde subliminal mesajlar vardır. Biz farkında olmadan bilincimiz bunu kaydetmektedir. Kitapta bahsi geçen durumlara engel olabilmek için ne yazık ki bir teknoloji yok. Yapmamız gereken tek şey bilinçli bireyler olabilmek ve bunun yolu da okumaktan geçiyor. Tabi ki okumaktan kastım Yeni Dünya Düzeni’ne hizmet eden yazarların kitaplarından bahsetmiyorum. Ayrıca tarihimizi çok iyi bilmeliyiz ve ulusal değerlerimize sahip çıkmalıyız. Çünkü bizi biz yapan değerleri terk ettiğimiz zaman kaybetmeye mahkum bir toplum olacağız.


NOT: BU YAZIYI ÖMÜR KURT’UN KÜÇÜK ADAMLARA BÜYÜK OYUNLAR KİTABINDAN ALINTILAR YAPARAK YAZDIM. KİTABI OKUMANIZI ŞİDDETLE TAVSİYE EDERİM. KİTABI OKUDUKTAN SONRA ARTIK HERHANGİ BİR FİLME YADA KİTABA DAHA FARKLI BİR GÖZLE BAKACAĞINIZA İNANIYORUM.KEYİFLİ OKUMALAR DİLERİM:)